Skip to content

Mekân Biriktirir

Mekân biriktirir; insanı, eylemlerini, nesnelerini, anılarını biriktirir. Mekân, akıp gitmekte olan ve hızla evvel zamanlara dönüşen zamansal, gelip geçici varlığın zaman içindeki olup bitmiş hâllerini biriktirir. Kimi mekânlar masallar gibidir; “evvel zaman içinde, kalbur saman içinde” diye başlarlar söze ve insanlara, hayvanlara, bitkilere, eşyalara dair öyküler anlatırlar; zamanın kalburundan akıp gitmekte olan ânları, bünyelerindeki nesnelerde sıkıştırılmış olarak saklayan hafızalar. Zaman kalbursa şayet, mekân petektir. Bachelard Mekânın Poetikası’nda mekân için, “peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Mekân buna yarar” diye yazmıştır ve insanın kendini zaman içinde değil, ancak istikrar bulduğu mekânlarda tanıdığını ya da tanıdığını sandığını söylemiştir.

Mahal Aura; zamanın yıkıcı etkisine rağmen kuytu köşelerde varlığını sürdüren, kişisel olan ile toplumsal olanı, geçmiş ile şimdiyi birbirine bağlayan, kültürel üretimlerin, bedensel izlerin, nesnelerin, anıların barındığı hafıza mekânlarının izni süren, sanatçıları bu tür mikro-kültürel üretim mekânlarıyla buluşturarak nesnelere hapsolmuş geçmiş ile temas kurmalarını ve geçmiş deneyimlerle ilişkiye geçerek kendi tarzlarında ürünler yaratmalarını teşvik eden bir üretim ve sergileme platformu.

Mahal Aura, Kültür için Alan tarafından fonlanan bu projesinde, farklı malzemelerle çalışan 9 sanatçıyı biri, merhum bir mimarın, ailesi tarafından özenle korunmuş, İzmir Güzelyalı’daki atölyesi, diğeriyse, Manisa’nın Kavaklıdere kasabasındaki, ileri yaşına rağmen hâlâ üretmeye devam eden marangoz ustasının atölyesi olmak üzere iki farklı üretim mekânında bir araya getirmiştir. Mimar Ahmet Bilgin’in atölyesi, kurucusunun kişisel yönelimleri ile kentsel akışların kesiştiği bir noktadır. Atölye, boyadığı resimlerin, yonttuğu heykellerin yanı sıra, çok çeşitli malzemelerden nesneler üretmeye yarayan, yine kendisinin ürettiği mekanik aletlere ev sahipliği yapmaktadır. Duvarında yine kendi ürettiği sarkaçlı saat asılıdır ve atölyenin zamanı, modern saat zamanıdır. Marangoz Musa Tokdil Ersoy’un atölyesi kırsal bir bağlama yerleşmiş ve ustanın kişisel yönelimlerini ve atölyesini doğanın döngüsel akışları biçimlendirmiştir. Atölyede temel malzeme ağaçtır; ağaçlardan eşyalar, oyuncaklar, müzik aletleri, bağlamalar yapar. Ağacın dokusuna işlemiş doğanın döngüsel zamanı ve doğanın belleği her yere sızmıştır. Her iki mekân da, kurucularının üretirken kendilerini ürettikleri ve kendilerini biriktirdikleri hafıza mekânlarıdır. Sanatçıların, bu iki farklı mekânda on gün süren çalışmaları sonunda ürettikleri işler, İzmir, Konak’taki Galeri A’da sergileniyor. 13 -23 Ekim tarihleri arasında açık kalacak olan sergi, projeye katılan müzisyenlerin23 Ekim saat 19.00’da İzmir, Konak’taki Aziz Vukolos Kilisesi’nde verecekleri bir konser ile sona erecek.

Heykeltıraş Tamer Ersoy, lego benzeri, taşınabilir, yer değiştirebilir mermer heykellerle gerçekleştirdiği mekânsal yerleştirmesinde, parçaların yerleri, yan yana gelişleri değiştikçe mekânın biçimi de değişmektedir. Batı’nın kanonik kompozisyon anlayışındaki parçanın bütüne boyun eğmesini ters yüz etmektedir. Parçalar arası ilişkiler değiştikçe mekân algısı da değişecektir. Mekânı oluşturan parçalar, hafıza taşıyıcısıdır. Bütünün içine uymak yerine parçalarıyla, parçalar arasında inşa edileceği bağlantılarla insanın kendi mekânını üretebileceğini önermektedir.

Müzisyen Volkan İncüvez, Musa Tokdil Ersoy’un atölyesinde bulduğu işlevini yitirmiş bir vantilatöre eklediği buluntu nesnelerle ve Ozan Özdemir’in desteğiyle, parçalardan kendi ses mekânını genişleten ve zenginleştiren “Vantilötar” adını verdiği bir enstrüman inşa etmiştir.

Sanatçı Hanife Buğurcu’nun, Ahmet Bilgin’in atölyesindeki pantografla ürettiği, her birinin üzerinde Bilgin’in yakınlarından ve atölyede birlikte çalıştığı arkadaşlarından devşirdiği sözcüklerin yazılı olduğu dikdörtgen şeklindeki ahşap parçalar, geçmişten günümüze fragmanlar halinde ulaşmış eski bir yapıttan geri kalanları andırıyor. Faulkner’in dediği gibi “Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir” ama moderniteyle birlikte geçmişin bütünsel algısı parçalanmış ve bütünlüğünü yitiren modern birey artık parçalarla baş etmek zorunda kalmıştır ve sözcüklerle çağırdığı hafıza parçalarından kendi anlam dünyasını yaratır.

Sanatçı Hanife Buğurcu, Musa Tokdil Ersoy’un marangoz atölyesinde ise “Kuyu” adını verdiği ahşap bir heykel üretmiştir. Bir formu bir yüzeye aktarmaya ve aynı olanı çoğaltmaya yarayan pantografla ürettiği, işlenmiş, pürüzsüz, eş biçimli ahşap parçaların aksine bu sefer, bıçkı makinesiyle kestiği, yüzeyleri ağaç kurtlarının açtığı oyuklarla dolu ham ağaç parçalarını kullanmıştır. Her tekil ağacın kendi bünyesinde taşıdığı biricik hafızasını yapıtına aktarmış ve pantografın modern yüzeyselliği yerini, doğanın derinliğine bırakmıştır.

Sanatçı Berna Dolmacı “Mai” başlığını taşıyan yapıtlarında, farklılıklarına rağmen formların ortaklaşa paylaştıkları ve tüm formları birbirine bağlayan inorganik olana yönelmiştir. Her iki atölye ve çevresindeki bitkilerden çıkardığı renk pigmentleriyle elde ettiği mavi rengi kullanarak iki farklı mekânın paylaştığı ortak olanı, yeryüzünün görünmez olan kuvvetlerini, yüzeyin altındaki hafızasını renk olarak görünür kılmıştır. Ahmet Bilgin’in kent içindeki bir apartmanın altında yer alan kapalı atölyesi için ürettiği resmi çerçeve içine yerleştirirken, Musa Tokdil Ersoy’un dışarıyla irtibatlı atölyesinde ürettiğini ise çerçevesiz bırakmıştır.

Kutu, hem bir mekânı hem bir insanı anlatabilir, korunaklı kabuğunun içinde yaşayan ve üreten insanı. Lakin Deleuze’ün de belirttiği gibi insan, hayvan ya da herhangi bir şey dünyayla ilişkilerinden ayrı tutulamaz: “İç yalnızca seçilmiş bir dış, dış ise yansıtılmış bir içtir”. Sanatçı Zekiye Buğurcu’nun kutulardan oluşan işleri, iç ve dış arasındaki diyalektiği, mahrem ile kamusal arasındaki ilişkiyi sorgularken, izleyicileri bir delikten kutuların içlerine bakmaya zorluyor ve dikizci konumuna yerleştiriyor. İçeride, dışarıdan gelen bir malzeme olan dut ağacı, iç ve dış arasındaki diyalektiğe bağlı olarak türkülerin yakılacağı bir bağlamaya da dönüşebilir ya da çizgisel zamanın tiktaklarını çoğaltan bir duvar saatine de.

Sanatçı Adem Toprak, doğal formların parça-bütün ilişkilerini, bitki sapı, ahşap,metal gibi farklı malzemeler kullanarak üç boyutlu işlerine taşırken, doğanın ürettiği nesneler ile doğanın bir ürünü olan insanın ürettiği nesneler arasındaki, doğal olan ile kültürel olan arasındaki sürekliliği vurgulamakta ve mikro mekânlar olarak ürettiği dairesel formlarıyla, modernitenin çizgiselliğine karşı döngüselliği önermektedir.

Serginin üretim sürecinin başından beri tüm olup bitenleri kaydeden ve kendisinin de mekân tarafından kaydedildiğinin farkında olan sanatçı İlyas Hayta, önce kamerasını mekânların kurucularına, merhum Ahmet Bilgin ve Musa Tokdil Ersoy’a çevirmiş ve belgesellerini yapmıştır. Çok geçmeden mekânlar tarafından yutulduğunda ise kamerası, mekânların içinde devinen bedenleri, bedenler ile nesneler arasındaki geçişleri, mekanların ritimlerini yakalamış ve bu görüntülerden bir kolaj üretmiştir. Videoları, sergi hazırlama sürecinin ve mekânların görsel hafızasıdır.

Her mekânın kendine özgü ritimleri vardır; nesnelerin mekân içindeki yerleşimleri, çıkardıkları sesler ve bedenlerin bu nesnelere bağlı olarak mekân içinde devinmeleri, mekânların ritimlerini oluşturur. Ve bedenler, bu ritimlerin üzerinde gerçekleştirdikleri doğaçlamalarla nesneleri ve kendilerini üretirler. Makinelerin mekanik ritmi ile doğanın döngüsel ritimleri birbirine karışır ve mekânların ritimleri, içlerinde olup bitenleri biçimlendirirler. Sesleri malzeme olarak kullanan müzisyenler Tayfun Bilgin, Volkan İncüvez ve Kemal Begtaş, hafıza mekânlarının peteklerinde birikmiş geçmişin ve şimdinin sesleriyle diyaloğa girmiş ve kendi ses mekânlarını üretmişlerdir. Sergi duvarlarına yerleştirilen QR kodları sayesinde, ürettikleri 7 parçayı dinlemek mümkün. Ayrıca serginin kapanış günü, 23 Ekim saat 19.30’da Aziz Vukolos Kilisesi’nde bir konser gerçekleştirecekler.

Rahmi Öğdül
Sergi Küratörü